top of page

"Mutlu Bir Yıldız Nerede Yaşar? Evler, Kadınlar ve Muhabbet Kuşları Üzerine"

  • Puder'in Torunu
  • 15 Şub
  • 3 dakikada okunur

Dünya evin olabilir mi yoksa bir kere “evi” olan evsiz mi kalır dünyaya ev dediği yerde?

Deniz Dursun’un yazdığı, Anıl Can Beydilli’nin yönettiği, Mine Nur Şen’in tek kişilik performansıyla sahneye taşıdığı Artalan Kolektif imzalı Yıldız’ı Şubat ayında Bahçe Galata’da izleme imkanı buldum. Bir kadının yazdığı ve bir başka kadının canlandırdığı bu hikaye, 65 dakika boyunca seslerin ve ışığın nazik dalgalanmalarıyla akıp gitti. Sahneye konmuş tek bir dekor yeri geldi bir ağacın dalları oldu gözlerimizin önünde, yeri geldi bir kafese dönüşüp nefesimizi kesti. 


bir kadın oyuncu metal bir dekorun üzerine yatmış gülümsüyor
Fotoğraf: Ayten Çelik

Yağmurdan dönen lapa lapa karın etkisiyle insanların göğe bakarak yürüdüğü, büyülü bir Beyoğlu akşamıydı. Oyuna giderken aklımda tanıtım yazısındaki şu cümleler vardı:

“Kaybolmak için mi gittin, bulunmak için mi? Bulmak için. Ama nereyi, bilmiyorum”

Yıldız, beş kişilik ailede yaşayan bir muhabbet kuşu. Bu cümle oyunun tanıtımında en başta yer alıyor olmasına rağmen, oyuna girdikten sonra Yıldız’ın gerçekten de bir kuş olduğunu anlayıp kabullenmem zaman aldı -benim için ilk düşünce tohumu da burada toprağa karıştı. Ben bu cümleyle, konuşmayı çok seven bir kadın sanmışım Yıldız’ı. Oysa Yıldız gerçekten de bir muhabbet kuşu, adını birlikte yaşadığı insanlar koymuş. Dört duvar bir evde, küçük bir kafeste yaşıyor. “Limonlu salatalığı, Bilge’yle tuvalette kitap okumayı, Serap’ın Hamdi’ye bağırmasını, Ela ağlayınca omzuna konmayı ve Ece’nin mor ayakkabılarının içine saklanmayı çok seviyor.” Evin hikayesinde biraz kahraman, biraz da seyirci. Sevdiği insanlar var ve sevmedikleri, söyleyebildiği kelimeler var ve söyleyemedikleri. 


Muhabbet kuşları dünyada en çok evcilleştirilen kuş türlerinden biriymiş, ne garip. Kedilerden konuşmalarını beklemiyoruz da, kuşlardan ne istiyoruz? Göğü bir kafesin içine hapsediyor, bize bizi tekrar etmesini bekliyoruz. Yıldız’ın kafesi salonda, oradan televizyonu da görüyor. Bir akşam belgesel izlerlerken bir kuş çıkıyor ekrana, Yıldız’ın ve çocukların aklı gidiyor. Yıldız başlıyor konuşmaya: şu kuşu da eve alsalar, kendisine arkadaş olsa, kafesini paylaşsa… Susmadan sıralıyor ardı ardına cümleleri, heyecanla pırpır eden kalbini görebiliyorum Mine Nur Şen’in oyunculuğunda. “Sus Yıldız” diyor oysa insanları, “Sus bak yoksa” - bir örtü örtülüyor üstüne, kafesin içi kapkara oluveriyor. Nefesleri kesen bir kreşendo anıyla Yıldız’ın sesi yüreğine kaçıyor. “Biliyorlar” diyor sessiz çığlıklarıyla “Biliyorlar bu örtünün sesimi aldığını.” Biliyorlar, biliyorlar, öyleyse neden? Hikaye tam da burada kırılıveriyor, ıhlamur ağacı sessizliğini bozuyor, kafesin demirleri daralıyor ve dünya Yıldız’ı kendine çağırıyor.


bir kadın oyuncu sahnede loş ışıkta endişeli şekilde bakıyor
Fotoğraf: Ayten Çelik

Belki de ben yanılmadım, diyorum ilk kez burada, belki de gerçekten konuşmayı çok seven bir kadının hikayesi bu. Kuş tüyleri gibi nazikçe uçuşan kostümüyle Yıldız hem dişi, hem kuş. Yalnızca karşındakinin istediği şeyleri söylediğinde kıymeti olan, çok konuşunca karanlığa atılan, herkesin her daim yanında olup da kendi yalnızlığına bırakılan. İşte böyle bir akşamdan sonra, dört duvar evinin açık camından dışarı atınca kendini, yepyeni bir hikayesi oluyor Yıldız’ın. Uçuyor, uçuyor, uçuyor… Önce çok korkutucu geliyor bilinmeyenin yarattığı kaos. Durursa ölecek, devam ederse “belki” ölecek. Yaşama umudu ağır basıyor ve yeniden kanat çırpıyor. Cesur’la tanışıyor önce. Yıldız'ın aksine, kendi adını kendi koymuş Cesur (aklıma Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” kitabı geliyor, orada da yalnızca erkekler isimleriyle var oluyor). Sokaktaki hayatı öğreniyor, başka kuşlarla karşılaşıyor. Minicik ağzından çıkan koca koca kelimeler onu kuş olmakla insan olmak arasında bir yere hapsediyor. Ne kuşlar gibi kirli sulardan içebiliyor, ne insanlar gibi düzene dahil olabiliyor. Sonunda kendi yemini kendi kazanıyor ama ağzından çıkan kelimeler karşılığında. “Şunu söyle” diyorlar, söylüyor. “En büyük Cimbom” diyor ve biraz daha yemesine izin veriliyor. Konuştuğu için değil, doğru kelimelerle konuştuğu ve doğru zamanda sustuğu için. Ne kuşların ne insanların düzeni bu, ataerkinin düzeni olsa olsa. Sahip olmak ya da sahip olunmak değil, birlikte yan yana dans edebilmek istiyor -özgürlüğün bedeli yalnızlık oluveriyor*.


İngilizcede çok sevdiğim bir deyiş var: “You can’t go home again” (Eve bir daha dönemezsin). Nedir peki ev? Sözlük anlamıyla dört duvarı, penceresi, kapısı olan, inşa edilmiş bir alan. Peki ya kuşlara sorsan? Soruyor Yıldız, anlamıyor kuşlar. En başta sorduğum soruya böylece geri dönüyorum: Belki de ev, dünya kadar geniş bir şeydir. Bir ağacın altında soluklanırken, sevdiğin bir sesi duyarken, bir şiirin içinde kaybolurken bile “ev”de olabilirsin. Ama bir kere "ev" dediğin yeri kaybettiğinde, tüm dünya evin dahi olsa, o eksiklik seninle kalır.


bir kadın figürünün görüntüleri üst üste binmiş karanlığın merkezinde duruyor
Fotoğraf: Ayten Çelik

Gonca Özmen bir şiirinde, “Onlar eski bir alınganlığı koydular önüme / ben kuşları anladım bundan” diyordu. Yıllarca bu dizeyi kafamda döndürdükten sonra, bugün artık onu biraz daha iyi anladığımı hissediyorum. Yıldız kaçmıyor aslında, anılarını yanında taşıyor ve bakışlarını ufka çeviriyor. Belki bizim yapamadığı ya da yapmakta zorlandığımız şey de budur: Hatırlamak ama yine de ileriye uçmak. Özgürlüğü kafesimizin ve hatta ismimizin ötesinde aramak. 


Neyi olduğunu tam bilemesek de, bulmak için kanat çırpmak.



*Duygu Asena'nın 1987 yılında yayımlanan ve "muzır neşriyat" ilan edilerek yıllarca yasaklanan "Kadının Adı Yok" kitabından: “Özgürlüğün bedeli bu mu? Bu yalnızlık mı?”

댓글


Abone Olmak İster Misiniz?

Çemberime hoş geldiniz!

©2021, puderintorunu tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page